Yönetmenliğini ve senaristliğini Yorgos LANTHİMOS' un üstlendiği filmdir. Bahsedilen film, bir distopya öyküsünü konu ediniyordu. Filmde eşlerinden ayrılmış ya da ilişkisi olmayan insanlar bir otele getiriliyordu ( hapsediliyordu). Otelde geçirecekleri 45 gün içerisinde kendilerinden ilişki yaşayacakları biri ile eşleşmeleri isteniyor ve eşleşemedikleri durumda bir hayvana dönüştürülecekleri anlatılıyordu. Eşleşmeleri diyorum, çünkü filmde ilişkilerden hiç bir zaman romantik bir şekilde bahsedilmiyordu. Romantik bahsedilmemesi kendi adıma, toplumsal normlara sıkışmış, toplumun istediği ve uygun gördüğü şekilde yaşanması gereken ilişkilerin, duygudan ne kadar yoksun olduklarına ışık tutuyor gibiydi. Hatta insanların otel içerisinde geçirecekleri 45 günün telaşı, ilişkilerini hesaba kitaba sığdırarak, kendilerince yöntemler geliştirmelerine sebep oluyordu. Benzerlerini bularak var olabileceklerini düşünen insanlar, kendilerinin benzerini bulamasalar da, birbirlerine benzeyecek yollara başvuruyorlardı. Kısacası ilişki içerisinde kalmak adına kendi olmaktan vazgeçmek, hatta rol yapmak tercihleri olmuştu. Otele gelen insanların ilk etapta özel eşyalarının kullanılmasına izin verilmemesi ve tek ellerini kullanmalarının yasak olması, bireyselliklerine tutunmaya çalışanların ilişki içerisinde var olamayacağının keskin bir dil ile ifade edilmesiydi diye düşünüyorum. Kısacası bu etapları tamamlayan insanların normal bir hayat sürebilecekken, yalnızlığı ve bireyselliklerini seçenlerin ötekileştirildiği bir dünya tasarlanıyordu. Film içerisinde rutine bağlanmış olan bu durum, izleyenler için fazlasıyla can sıkıcıydı. Bahsedilen can sıkıcı durumu bir şekilde sürdürebilen çiftlerin baş edemediği sorunlar olduğunda ise kendilerine bir çocuk tahsis edileceği söyleniyordu. Bu durum filmde ilişkiyi toparlayacak ve ilişkiye iyi gelecek bir şey olarak görülüyordu. Tıpkı toplumun kötü giden ilişkilere çocuk sahibi olmalarını önererek, çocukların talihsiz bir aileye doğmalarına sebep olması gibiydi. Anlayacağınız kendinden bir parçayı bulmak, birinin içinizdeki boşluğa temas edince nefesinizinde, hayatınızında anlam kazandığını görmek konusu, hayalin de ötesindeydi.
İlişki içerisinde olmayan, yani yalnız olan insanların ise, bir hayvandan farksız olduğunun altı bir çok defa çiziliyordu. Hatta yalnızlığı tercih eden ve otelden kaçarak ormanda yaşayan insanlar sefalet içerisinde ve ölümün kıyısında nefes almaya çalışırken resmediliyordu. Aslında yönetmen, ilişkilerin belli kalıplar içerisinde yaşanması gerektiğinin, bu kalıpların gereklilikleri yerine getirildiği müddetçe, hayatta kalabileceğini, yoksa hayatın yaşanılabilir olmadığını sert bir şekilde gözler önüne seriyordu. Otelde kalınan süre boyunca insanlara izletilen tiyatrolarda da sık sık yalnız kalanların hayatta kalmalarının güç olduğu ve ölüme daha yakın oldukları anlatılıyordu. Filmde hayvana dönüştürülmeden önce son gün kişilere o gün ne yapmak istedikleri soruluyordu. Kişilerin verdiği yanıt ölmeden önce arzuladıkları bir sevişme ya da keyif aldıkları bir yemek olabilirdi. Fakat insanlara bu istekleri hayvan olduklarında da yapabilcekleri hatırlatılarak kitap okumak, film izlemek gibi insana özgü yapılacaklar listesi hatırlatılıyordu. Bu sahneden anlaşıldığı üzere günümüz ilişkilerini sert bir dille eleştiren yönetmen, ilişkilerin yanı sıra insanların yaşam biçimlerini de eleştiriyordu.
İnsanların ilişkide var olma ya da olmama hallerini filmin ilk yarısında gözler önüne seren yönetmen, kurduğu distopya ile hayatlarımızdan kesitleri izlememize olanak sağlıyordu. Filmin ikinci yarısında ise anlaşılmayan yerlerin ayyuka çıkması, hala toplumsal kalıpların içerisinde sıkıştığını inkar edenler varsa, farkındalıklarının oluşması için ikinci bir şans gibiydi. İlk yarıda insanların bireyselliklerinden vazgeçerek, kalıplara sıkışık yaşamak pahasına ilişkilerini şık kostümlerle süsleyip, mükemmellik sınırında yaşamalarına şahit oluyorduk. İkinci yarıda ise bu muhteşem kostümlerin ardına saklanan çiftler bir sınava tabi tutularak, ölüm ile burun buruna bırakılıyordu. Çıkmaza girdikleri an ise o mükemmel kostümlerin içlerinin ne kadar boş olduğu izleyiciye aktarılıyordu. Bahsi geçen bu yüzleşme çoğu insan için, kişinin içinde var olan yaşamak duygusu ile alakalı olsa da; kendi adıma eksik, yarım, yalan üzerine inşa edilen bir binanın, bir sarsıntı ile karşı karşıya geldiğinde yıkılmasından farksızdı.

Filmi izledikten sonra eminimki herkesin çevresindeki ilişkilere ve kendi ilişkisine bakış açısı değişiyordu. Kaçımız kendimizi var etmek için nelere tamam dedik, neleri kendimiz olmaktan vazgeçerek kabul ettik, sırf kabul görmek için neler yaptık, nelerden vazgeçtik... Bahsedilen ve farkındalık yaratan çoğu şeyin acı da olsa gerçek olması ise filmi izlenir kılıyordu. Fakat toplumun dayatmalarını reddeden, kalıplara sıkışmaktan vazgeçerek yeni bir dünya kurmak mümkün mü diye de düşünmeden edemiyorum. İki farklı rengin, bedenlerinin belli mesafelerde kalması halinde bile, ruhlarının birbirine sarılmaları mümkün olabilir miydi ? Sarılmakla kalmayıp, geçen zamana aldırış etmeden birbirlerine karışmaları mümkün müydü ? Mümkün olmasaydı, akla gelir miydi, akla gelmeseydi yaşanabilme ihtimali zaten olmazdı diyerek karanlık fikirlere ışık olacak Ay' ın her zaman var olduğunu hatırlatıyorum. Sanatla kalın, iyi kalın diyorum...
Yorumlar
Yorum Gönder